19 Ocak 2020 Pazar

Yeni Bir Toplumsal Siyasallaşma


Bourdieu’nün Televizyon Üzerine adlı kitabından hareketle Türkiye’de medya ve siyasal bilinç üzerine bir şeyler yazmayı bir süredir düşünüyordum. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün bir açıklamasından sonra yazıyı daha fazla geciktiremeyeceğimi fark ettim.
Öncelikle yazının asıl derdine kaynaklık eden kitaptan biraz bahsetmek isterim. Bourdieu’nün Televizyon Üzerine kitabı ağırlıklı olarak Fransa’da medyanın sosyolojik, psikolojik ve siyasal çözümlemesini konu alan bir kitap. Gazete ve televizyon üzerine sektörle ilişkili, piyasa kaygılarının baskısı, bu kaygıların haberlere yansıması gibi basit anlatımlarla medya ilişkileri işleniyor.  
Bourdieu’nün Fransa örneklerinden yola çıkarak yaptığı analizler – ki kitabın yayın yılı 1996- Türkiye’nin 2010’lu yıllarına da uyuyor olması çok şaşırtıcı. İletişim ve haberleşmede sosyal medyanın ağırlıklı olmasına rağmen Türkiye’de hala televizyon yoğun olarak izlenmekte ve temel kitle iletişim aracı olma özelliğini korumakta. Gazete ve televizyon üzerine yaptığı analizlerinden birinde Bourdieu, haberlerin genellikle “göstererek gizlemek” yöntemiyle kurgulandığından bahsediyor. Bu yöntemde yapılan, asıl gösterilmesi gerekenin yerine başka şeylerin gösterilmesi, bilgi vermekten kaçınılması, olayın daha önemsiz taraflarına dikkat çekilmesidir. Son zamanlarda bununla ilgili sık rastlanılan örnek ise zam, vergi, yüksek faturalarla ilgili haberlerdir. Pek çok anahaber bülteninde, pek çok gazetede yüksek faturalarla ilgili yapılan haberler vatandaşa tasarruf nasihatleri şeklindedir. Ancak olayın nedeni sorgulanmamaktadır. Zamlara, vergilere dikkat çekmektense vatandaşa tasarruf yöntemlerini haberleştirmek daha “sakıncasızdır”.
Bir başka tespiti ise, üçüncü sayfa haberlerine ilişkindir. Bordieu, bolca kan, cinayet ve dram içeren üçüncü sayfa haberlerinin dikkat dağıtıcı haberler olduğunu vurgulamaktadır. Herkesin ilgisini çekebilecek olan bu haberler, fikir ayrılıklarına neden olmayan, üzerine düşünülmeyen ve siyasi alandan uzak haberlerdir. Dolayısıyla tehlike arz etmez. Ancak Bourdieu’nün burada söylediğinin aksine Türkiye’de son yaşanan gelişmeleri dikkate aldığımızda “üçüncü sayfa haberleri” fikir ayrılıkları yaratan ve siyasi alandan hiç de uzak olmayan bir niteliğe bürünmüş durumdadır. Üçüncü sayfa haberlerinden kadın cinayetleri ve intihar haberleri Türkiye’de toplumsal siyasallaşmanın yeni biçimini oluşturmaktadır. Burada kısa bir parantez açmak isterim, bireyin siyasal bir insan olup siyasal değerleri öğrendiği süreç siyaset biliminde siyasal toplumsallaşma kavramsallaştırılmasıyla tarif edilir. Siyasal toplumsallaşma ise çeşitli kurumlar, ritüeller ve gruplar içerisinde gerçekleşir. Sivil toplum kuruluşları, okul, aile, arkadaşlar içinde siyasal değerlerin yeniden üretildiği bir süreçtir.  Ancak benim kastettiğim kitlesel bir siyasal pozisyon, tavır almaktır ki ben buna toplumsal siyasallaşma diyorum. Kadın cinayetleri, devletin bu cinayetlerin gerçekleşmeden önce sorumluluğunu yerine getirmemesi ve cinayetlerin ardından toplum içindeki kadını aşağılayan, erkeğin üstünlüğünü pekiştiren yapıların eleştirilmemesi bu “üçüncü sayfa” haberlerini zararsız olmaktan çıkarmış ve toplumsal bir siyasi tavrın büyümesine olanak vermiştir.
Bu sebeple bugüne kadar zararsız olarak görülen üçüncü sayfa haberlerine iktidar tepki göstermeye başlamıştır. (Son 10 yılda anahaber bültenlerinde üçüncü sayfa haberlerinin ağırlığını inceleyen bir araştırma kurduğum bu bağlantıları ve değerlendirmelerimi daha açık kılacaktır.) Önceki gün, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, yaptığı açıklamada anahaber bültenlerinde yer alan cinayet görüntülerinin travmalara yol açtığını bununla ilgili tedbir alınması gerektiğini ifade etmiş. Bakanın bu hassasiyetine inanmayı çok isterdim ancak bugüne kadar bu haberlerle ilgili tek kelime etmemiş ve cinayeti, şiddeti, çeteciliği, mafyayı özendiren dizi-filmlere sesini çıkarmamış bir iktidar zihniyetine inanmak safdillik olacaktır.
Toplum bir balon gibi gergin, siyasete ilişkin konuşmak yasak… Ancak bu gerginlik sonucunda bir yolunu bulup  -kadın cinayetleri, intiharlar- tepkisini ortaya koymak zorunda. İktidar ve egemen söylem bunu ne kadar manipüle ederse etsin… Siyasetten uzak görünen üçüncü sayfa haberleri artık yeni bir toplumsal siyasallaşma yöntemidir.

Emperyalizme İlişkin



Emperyalizm Üzerine
Türkiye’de siyasette kendini tanımlarken tarafların sıklıkla başvurduğu bir olgu olan emperyalizme ilişkin kısaca bilgiler vereceğim. Emperyalizm, kelime anlamı ile hâkimiyet altına almak anlamına gelmektedir. Ancak onun ekonomi ile ilgisini kurmamak emperyalizmi tanımlamakta yanıltabilir. Emperyalizm kuramı 19. Yüzyılla birlikte şekillenmeye başlamıştır. İlk yazılar, İngiliz liberal iktisatçı Hobson tarafından yazılmıştır ancak emperyalizme ilişkin literatüre en büyük katkı Marksist kuramdan gelmiştir. Lenin, Luxemburg, Kautsky ve Bukharin, emperyalizmi 16-17. Yüzyıldan başlatırlar. Buna göre, ticaret sermayesinin bir güdüsü olarak gelişen emperyalizm ilerleyen dönemlerde önce sanayi sermayesiyle ardından mali sermayeyle birlikte hareket etmiştir. Bu noktada dikkat çekmemiz gereken nokta, emperyalizmin dönüşümlerinin kapitalizmin dönüşümleriyle oldukça uyumlu olmasıdır. Yine Marksist kuramcılardan devam edecek olursak, onların yazılarında emperyalizmin mali sermayeyle birlikte hareket ettiği dönemin ele alındığını görürüz. Bu yazılarda emperyalizm, iç piyasadaki tekelleşmenin sonucunda sermaye birikiminin oluşması ve sermayenin kârlarını artırmak istemesi sonucunda ortaya çıkan bir olgu olarak ele alınır. Marksist kuramcıların emperyalizmi bu şekilde ele almasının sonucunda varılacak bir nokta vardır; Emperyalizm, sömürdüğü ülkeleri sanayileştirir, kapitalistleştirir. Açıkca Lenin’de de Luxemburg’da da ifade edilen bu önerme emperyalizmi kapitalizmin bir sonucu, aşaması olarak ele alındığının bir göstergesidir.
Bu önerme üzerine biraz konuşmak gerekirse, sermaye birikimi kapitalizmin önemli bir karakteristiğidir. Bu önermeye göre, emperyalizm sömürdüğü ülkeleri kapitalistleştiriyorsa orada bir sermaye birikiminin de olması gerekir ancak bağımlı ülkelere bakıldığında böyle bir birikimden söz edilemez, zaten sermaye birikiminin oluştuğu bu ülkelerin emperyalist ilişkilerinin tasfiye olması beklenir. Emperyalizmin, sömürge ülkeyi sanayileştirdiği ise kısmen doğrudur. Bu sanayileşme hareketi tamamen emperyalist ülkenin ihtiyaçları doğrultusundadır. Emperyalizmin bu ülkelerde oluşacak milli burjuvaziye karşı feodal unsurları besleyerek, tam bir kapitalistleşmeyi engellediği söylenebilir.
Ancak emperyalizme ilişkin literatür Vietnam Savaşı ile birlikte farklılıklar göstermeye başlamıştır. Emperyalizm kapitalist olan ve kapitalist olmayan ülkeler arasındaki bir ilişki olarak ele alınmaktan çıkmıştır. Çağdaş kuramcılar olarak adlandırabileceğimiz Paul Sweezy, John Bellamy Foster, Harry Magdoff gibi kuramcılar ise emperyalizmi merkez-çevre, gelişmiş-azgelişmiş, zengin-fakir gibi karşıtlıklar çerçevesinde ele almıştır. İlk dalga kuramcıların emperyalizmde ekonomik alana ilişkin tespitleri daha fazladır. Ancak Vietnam Savaşı’ndan sonra gelişen literatürde ise emperyalizm daha fazla askeri bir işgal olarak ele alınmıştır, tabi onun kapitalizmle olan ilişkisi de unutulmuş değildir. Fakat bunun Türkiye’deki yansımalarına baktığımızda emperyalizmin kapitalizmle olan ilişkisinin göz ardı edildiğini ve salt askeri işgal olarak tanımlandığını görebiliriz. Özellikle de ABD emperyalizminin karşıtı olarak kendini tanımlayan siyasi grupların kapitalizmle olan ilişkiyi ele almadıkları çok nettir. Tuhaftır ki Türkiye’de sağdan sola pek çok siyasi grup kendini tanımlarken anti-emperyalizme vurgu yapmaktadır. Milli Görüş’ün de Aydınlık Hareketi’nin de kendini anti-emperyalist olarak tanımladığını düşündüğümüzde bu tanımlamada neyin etkili olduğunu tam olarak bilemediğimi söylemeliyim. Belki toplum psikolojisi açısında işgalin derin köklerini düşündüğümüzde, emperyalizme karşı olmak yararlı olmaktadır. Fakat emperyalizm yukarıda belirttiğim gibi askeri işgal ile tanımlanamaz. Emperyalizm işgal olmaksızın da ilişkilerini sürdürebilir, bunun için 21. Yüzyılın uluslararası kurumları yeterlidir. Fakat, bu kurumların yetmediği, ekonominin yetmediği noktada ekonomi-dışı zora başvurulmaktadır.
Türkiye’de emperyalist literatürün eksik, taraflı olduğunu söylemek gerekiyor. Emperyalizm algısı kapitalist ilişkilerin göz ardı edilmesiyle oluşturulması, bu ilişkilerin asla tasfiye olmayacağını gösteriyor. Bir sonraki yazıda, Türkiye’de anti-emperyalist tavrın en bilinçli halini görebileceğimiz Kadro Hareketi’nden bahsedeceğim.

Çürümenin Kitabı Üzerine



Bazı kitaplar vardır ki her zaman okunacak türden değildir. Kitabı özümsemek, kitabın derdini anlamak için belli bir ruh halini ve zihninizin belli bir duyguya yoğunlaşmış olmasını gerektirir. Bu tür kitapların bir diğer özelliği ise her okurda çok benzer izler bırakmaz. Kısaca, her duygu halini kaldırmaz ama çok çeşitli izler bırakır. Cioran’ın kitabı da bu türden bir kitap işte…
Bu yazımda felsefi derinliği olduğunu düşündüğüm bu kitabın bende bıraktığı izleri paylaşacağım.
Kitabın ilk bölümündeki yargı, her imanın kendi terörünü yarattığına ilişkin… Fakat burada bahsedilen iman bildiğimiz anlamda dini bir imanı ifade etmemektedir. Yazar, bir fikre olan katı bağlılığı, ideale ilişkin sarsılmaz inancı “iman” kelimesi ile kavramsallaştırmış. Bu sarsılmazlığın, bu katı bağlılığın sonucunda “imanlı” kişi başkalarının hayatına bir baskı şeklinde belirmeye başlar.  Felsefe tarihinden hareketle bu düşüncenin sonucunu izlediğimizde de Platon ve sonrasında başlayan idealize edilmiş felsefi düşüncelere de bir tepkidir. Zaten açıktan Sofistlere göndermeler vardır kitap boyunca.
Yazar, bir ideale inanma ve bunun verdiği yetkiyle başkalarının hayatına karışma isteği üzerinden topluma yönelir. Yazara göre toplum sürekli kendini bir şeylere adayanlardan, birbirlerini kurtarmaya çalışanlardan ibarettir. “Her insanın içinde bir peygamber uyuklar. Hepimiz vaaz verme hastalığına tutulmuşuz. “ Bu cümleyi bir kere aklınızdan geçirmeniz dahi buna ilişkin birçok örneği hatırlatacaktır. Sosyal medyayı bu cümle ile okumak çok da yanlış olmaz. Facebook, Twitter, Instagram vs. hepsinde etrafa vaazlar veren, kendi cemaatlerine seslenen insanlar görürsünüz. Aynı şekilde kişisel gelişim kitapları da bu türden bir örnektir. Mutluluk reçeteleri dağıtan yazarlar dolu kitapçılar… “Diyalogda bile insan kendisinin bir şey önereceği anı sabırsızlıkla bekler.” der Cioran…
Kitabın her köşesinde “hiçlik” vurgusu sizi karşılıyor. İnsanın doğmuş olmanın etkisini üstünden atamadığına inanıyor ve mevcudiyetsizlik durumundan mevcut olma durumuna geçip ve en sonunda yine mevcudiyetsizliğe dönecek olmak… Tüm hayatı boyunca bu tutarsız dönüşümün huzursuzluğunu taşır. Varoluş sürecinde de insan bu huzursuzluktan kaçmak için kendisini pek sever ve kendisini tek sabit nokta ilan eder. Diğer herkes değişkendir de bir tek kendisi sabit ve tutarlıdır. Kibirli olan insanoğlu, kendini aydınlanmış ve bilgili varsayar. Hâlbuki yanılsamadır. Mitosların, efsanelerin yerini kavramlar almıştır.  Böyle olması insanı ileri kılmadığı gibi “şeyleri” açıklamada da kavramlar, mitoslardan daha fazla şey sunmaz.
Cioran, kitabın pek çok yerinde Kinizm’den örnekler de vermektedir. Ünlü Kinik düşünür Diyojen’den, felsefesine uygun anekdotları aktarır. Kinizmden hareketle, dünyaya karşı ilgisizlik, bağlantısızlık ve zincirsizlik yüceltilir. Kinizm’den kurtarılmak istemeyen düşkünlere de bir gönderme yapar. Cioran, “normal” yaşama dönmek için ne din ne de başka bir ideale tutunmaya tenezzül etmeyi kendine yedirmez. Cioran’ın bu ilgisizlik ve dolayısıyla ilişkisizlikle malul hayat tasarımında gizli bir anarşizm vurgusu da kendini hissettirir. Dinin, devletin, bir idealin, bir öğretinin ve hatta bir arkadaşlık ilişkisinin otoriterliği altından kalmayı reddeder.

Partiler Üstücülük



Bir zaman öncesine kadar etkisine inandığınız bir kavram üzerine eleştiri niteliğinde bir şeyler yazmak pek de kolay olmuyor fakat bir avantajı var ki kavramın zihinde uyandırdığı anlamları daha kolay çözümleyebiliyorsunuz. Partiler üstücü siyaset üzerine yazdığım bu yazıda tarihten çeşitli bağlantılar kurarak ve de günümüzde işlerliğini sorgulayarak partiler üstü kavramını inceleyeceğim.
Partiler üstü siyasetin tarihsel olarak anlamını ikiye ayırabiliriz. Birincisi kavram, siyasi partilerden bağımsızlığı ve siyasi ilişkilerde tarafsızlığı anlatır. İkinci anlamıyla ise sistem dışı kalmış unsurların mevcut siyasete sistemin içinde yer almayan araçlarla etki etme çabasıdır.
İlk anlamı ile kavram, 60’lı yıllarda sendikacılıkla uğraşan kimselerin kolayca hatırlayacağı bir kavramdır. Türk-İş Sendikasının kendisi için yaptığı bu tanımla ifade olunan sendikanın tüm partilerden bağımsız olmasıdır. Amaçlanan ise işçiler arasındaki siyasi görüş farklılıklarını vurgulamadan, derinleştirmeden bir sendika hareketidir. Türkiye özelinde kavram Türk-İş Sendikasının belgelerinde açıkca yer alırken ayrıca dünyada da 1945 yılında Avusturya’daki işçi sendikalarında da sıkça vurgulanmıştır. Bir “siyaset yapma” yöntemi olarak ele alınan bu kavramın çıkış noktasında işçi sınıfının “bilinçsizliği” ile farklı siyasi görüşlere yönelmesine karşılık bir birlik sağlamayı hedefler.
Türk-iş Sendikası örneğinde “partiler üstü” politika yöntemi sendikanın bir baskı grubu olarak siyaseti etkilemesi beklenirken, partiler tarafından etkilenen bir sendika konumuna düşmüştür.
İkinci anlamına örnek ise, 12 Mart 1971 muhtırasının ardından toplamda 30 ay süren “partiler üstü” hükümetleridir. Muhtırada yer alan bir ifade olan partiler üstü hükümetin ordunun arzusunu temsil ettiği söylenebilir. “Siyaset dışı” kalmış ordunun siyasete “çeki-düzen” vermek amacıyla kurdurduğu partiler üstü hükümetlerde ordunun desteklediği isimler yer almıştır.
Günümüzde kendilerini partiler üstü şeklinde tanımlayan oluşumlara baktığımızda, sisteme ve partilere bir güvensizliğin ifadesini görürüz. Bu güvensizliğin tarihsel kodlarını Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin tüzüğünde bile okuyabiliriz. Cemiyet, “fırkacılığa” karşı olduğunu ve hiçbir fırkayla ilişkisi olmadığını beyan eder. Bu fırkacılık karşıtlığı (ya da partiler üstücülük) zamanın şartları içerisinde anlaşılabilir. “Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden mesul olan” bir İttihat ve Terakki Fırkası etkisi işgal altındaki Anadolu’da fırkacılıktan çekinmeye sebep olmuştur. Ancak en nihayetinde cemiyetin Cumhuriyet Halk Partisi’nin nüvesi olduğunu görürüz.
Lafı çok uzatmadan günümüzdeki bu partiler üstü siyaset yönteminin uygunluğunu sorgulamak isterim. Türkiye’de sistem dışı kalmış birtakım aktörlerin siyaseti “partiler üstü” bir konumda biçimlendirmesi mümkün müdür? Hayır. Bir konuda, örneğin kadına şiddet yahut çocuk istismarı gibi konularda partiler-üstü “politika” yürütmek mümkündür. Ancak iktidarı partiler üstü bir mecradan talep etmek demokrasiye sığmaz. Üstelik Türkiye gibi %75’in üstünde oy kullanma oranına sahip ülkelerde partiler-üstü çağrısı pek anlamlı değildir. Oy kullanma oranı düşük olan ülkelerde belki bir nebze anlamlı olabilir. Çünkü seçmenin oy kullanma davranışının iki anlamı vardır: ya yürütülen politikalardan çok memnundur bu yüzden oy kullanmaya gerek görmüyordur ya da kullandığı oyun bir şey değiştirmeyeceğini düşünüyor ve boykot ediyordur. Ancak Türkiye’de gözlenen bu değildir. Politikalardan memnun olanlar varken, kullandığı oyun pek bir anlamı olmadığı görüşünü paylaşanlar olmasına karşın yine de oy kullanımı oldukça yüksektir. Bu da seçmenin siyasi partilerle iradesini temsiline olan rızasını anlatır.
Son 15 yıl içerisindeki “partiler üstü” siyasi oluşumlara baktığımızda halkta büyük bir karşılığının olmadığını ve bu oluşumların bir saman alevi gibi önce parlayıp sonra söndüğünü (ki bunda da destekçilerin bu hareketlerin partilere dönüşme beklentisinin gerçekleşmemesiyle desteğin çekilmesi de etkilidir) açıkça görebiliriz.
Kaynakça:
Mete Tunçay – Tek Parti Yönetiminin Kurulması
Gülten Kutal – Türk Sendikacılık Hareketi ve Partiler Üstü Politika Prensibi

Okur Sadakati



Çoksatanlar, piyasa, vasat edebiyat dergileri hepsine bu yazıda bir yerden değinmeye çalışacağım. İlk olarak okurluk “müessesi” üzerine düşünelim. Bir kabiliyetten öte olan okurluk, içinde düşünmeyi de barındırır. Sayfalar arasında dolanırken aslında düşünceler de üretilir. Ancak bu herkes için böyle değildir. Kitap okumanın saygın bir eylem sayıldığı bir zamanda ve ülkede okur yalnızca tüketime odaklıdır. Türkiye’de kitap satış oranlarına bakıldığında tablonun çok kötü olmadığı söylenebilir ancak bir yorum yapmak için bu satış oranları yeterli değildir. Nitekim Pisa’nın verilerine bakıldığında Türkiye’nin okuduğunu anlamadığı tespiti göze çarpıyor.
Kitabın artık tüketim nesnesi olduğundan bahsetmiştim. Burada tüketimle kastedilen ekonomik anlamından daha farklıdır. Kişinin saygınlık için tükettiği kitapları bir anlamda piyasa belirler. (Bkz: Sabahattin Ali, Stefan Zweig örnekleri) Örneğin Türkiye’de kurgu dışı kitapların satış oranları kurgu türündeki kitaplardan daha fazladır ancak çok satanlara baktığımızda kurgu türündeki kitapların ağırlığı hala göze çarpar. Gerçi son yıllarda kurgu dışı kitapların daha fazla satılmasıyla yazarların da bu türe ağırlık verdiğini söyleyebiliriz. Örneğin aynı zamanlarda aynı tür ve konuda birkaç farklı kitabın çıkarıldığını görebiliyoruz.
Popüler konularda yazmanın satış açısından cazip bir yanı var fakat popüler konularda yazılmış her kitap da iyi satmıyor elbette. Burada devreye okur sadakati giriyor. İsmail Saymaz’ın “Şehvetiye Tarikatı” adlı kitabının konuyu çok yüzeysel ele aldığını ve kitabın istismarı sadece gözler önüne serdiğini ancak bu istismara ilişkin sosyolojik tespitlerin yer almadığı kurbanların psikolojilerinin aktarılmadığı gibi olumsuz pek çok yorum okudum. Üçüncü sayfa haberlerinden ibaret uzun bir makale… Kitapta olayın siyasi boyutunun ele alınmaması çok düşündürücü. Bourdie’nün dediği geliyor aklıma “Üçüncü sayfa haberleri aynı zamanda dikkat dağıtıcı haberlerdir.”
Tüm bu olumsuz yorumlara ve derinlikten yoksun, sansasyonelliği kullanarak piyasaya çıkmış bir kitaba rağbet oldukça fazlaydı. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi okur sadakati giriyor devreye. Okur genelde okuduğu kitapla bağ kurduğu gibi yazarıyla da bağ kurmaktadır. Yazar, okur için bir romanın en sevdiği karakteri kadar önemlidir. Bu yüzden ne yazsa satın alır ve okur (eğer popüler bir yazarsa tüketir bir anlamda). Ancak bu sadakatin tehlikeli olduğunu söylemeliyim bir anlamda okura körlük bahşeder. Yazarın tüm kitaplarını okumakla övünen okur burada seçiciliğini kaybetmiş, eleştirelliği bir kenara bırakmış ve hatta düşünce üretiminden uzaklaşmıştır. Sadık bir okurun sadakati yazara değil düşünceye, bilgiye, felsefeye ve edebiyata olmalıdır. Çünkü edebiyata felsefeye sadık bir yazar da yazdığı her yazıyı beğenmez. İsmini vermeyeceğim bir öykücü Kafa dergisine yazılar yazmasına rağmen dergiyi evinden içeri sokmadığını söylemişti. Buna gerçekten şaşırmıştım. Bu dergilerin edebiyatla ilişkisi olmadığını tamamen tüketim için çıkarıldığını ifade etmişti.Kendisinin neden bu dergide yazdığı sorulduğunda ise cevabı ev kiramı ancak buradan gelen gelirle ödeyebiliyorum olmuştu. Eğer kaliteli edebiyat dergilerini alırsanız sayın okur biz de orada yazarız, yazmak isteriz, yoksa aç kalıyoruz demişti.
Tüm bunlar birer öznel düşüncedir. Karşı çıkılabilir, eleştirilebilir ve hatta ilk satırdan itibaren okunmayabilir, yine de güzel gelişmelerdir. En azından seçici birine rastlamış olurum.

Batı Felsefesini Yeniden Anlamlandırma Çabası: Derrida

“Söz uçar yazı kalır” deyişinin felsefesini yapan bir düşünür olarak Jacques Derrida’dan ve onun yazı-söz karşıtlığında Batı felsefesini okumasından bahsedeceğim bu yazıda. Yazı, herhangi bir iddia yahut tez barındırmamakla birlikte Derridacı felsefeyi kendi cümlelerimle özetleme girişimidir.
Hikaye Platon’la başlar. Derrida Platon’dan beri tüm Batı felsefesinin yazıyı baskı altında tuttuğunu savunur. Ayrıca Platoncu düşünüşün temelinde olan evrensellik iddiasına da karşıdır. Derrida’ya göre Batı felsefesinde yazı, orada olmama, mesafe anlamlarına gelir ve söz, konuşma, düşünceye daha yakın olması sebebiyle asıldır. Yazı, sözün bir tekrarı olduğu için de sembolün sembolüdür ve dışlanır. Buradan hareketle Derrida, tüm bir Batı felsefesinin logosunun “Mevcudiyet Metafiziği” olduğunu savunur. Mevcudiyet, merkezde yer alan; tüm yapıyı belirleyendir. Bu logosa göre sabit bir merkeze sahip olmayan hiçbir yapı dikkate alınmaz. Söz asıldır, anlam kurucu ile arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yazı mevcut olmamayı, mesafeyi imlemesi sebebiyle ikincildir. Dil ise bu mevcudiyet metafiziğinin üzerine kuruludur.
Derrida’nın bu yazı-söz karşıtlığı onun tüm Batı felsefesini yorumlamasında etkilidir. Bu yorumlama çabasında ona yardım edecek olan ise “yapısöküm/yapıbozum” (Deconstruction) kavramıdır. Yapısöküm; bütünle ilişkili olarak parçaları anlamak için parçalara ayırmak şeklinde tanımlanır. Metinde görünmeyen anlamları kavramak için söylemin nasıl bir çerçevede inşa edildiğini anlama çabasıdır. Derrida’ya göre “metnin dışında hiçbir şey yoktur.” Yapısökümde bir kavramı anlamak için temel olarak “differance” ele alınır. Differance, iki kavram arasındaki mesafe ya da anlamlar farkıdır. Bir kavram mutlaka başka bir kavramla mesafelendirilerek oluşturulur.
Yapısöküm bir metinde birkaç aşama ile uygulanır. Öncelikle metindeki önemli kavramlar bulunur ve temel anlam çerçeveleri oluşturulur. Sonra bu anlam çerçevesindeki hiyerarşiyi belirleme ve üstün logosu ortaya çıkarma adımı gelir. Son olarak bu logosu değiştirip başka bir açıdan doğruya ulaşım örneklenir. Örneğin, Derrida, Platon’un Phaidros diyalogunda “pharmakon” kavramını yapısökümle okumaya çalışır. Kavramın çift-değerliliğini vurgular. Pharmakon hem bir ilaç hem bir zehirdir. Bu ikisi temel anlam çerçevesi içine girer. Ancak metnin ilerleyen bölümlerinde tarihsel bağlam içinde ve diğer metinlerdeki kavramlarla mesafelendirerek kavramın kral ve baba anlamlarına gelebileceğini savunur.
Felsefede post-yapısalcılık ve post-modernizmi etkilemiş olan yapısöküm kavramının etkisi oldukça geniştir. Kavram edebiyattan, mimariye kadar yorumlama kabiliyetini etkilemiştir. Derrida’nın yapısökümle yorumlama çabası (yöntem diyemeyiz çünkü Derrida yönteme karşı çıkmaktadır.) felsefi metinleri okumakta hala geçerli bir tarzdır. Yazının baskı altına alınmasına karşı Derrida, herkesin yazar olabilme özgürlüğünü savunur. Ben de bundan hareketle yazı yazma özgürlüğümü kullanarak Derrida’yı elimden geldiğince anlatmaya çalıştım.
Kaynakça
Derrida. J. (2014). Platon’un Eczanesi. İstanbul. Pinhan Yayınları.
Aydınalp E.B. (2017) “Jacques Derrida’da Yazı ve Anlam Oyunu”. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. Sayı:38. S.151-160.
Akdeniz E. “Derrida’da Kökensiz Düşüncenin Kökeni Olarak Differance”. Düşünme Dergisi. Sayı:1. S. 33-49.

60'ların Yön'ü

Türkiye’de sol muhalefetin meşru bir zeminde oluşmaya başladığı yıllarda, soldaki gündemi, tartışmaları belirleyen önemli bir harekettir Yön… Yön dergisi 20 Aralık 1961’de yayın hayatına bir bildiri ile başlamış, 1967 yılına kadar 222 sayı çıkmış ve döneminde büyük tirajlar yakalamış bir yayındır. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Cemal Reşit Eyüboğlu ve Hamdi Avcıoğlu kurucularıdır. Ancak Yön’ün teorisyenliğini Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal yapmaktadır. Dergide dönemin sol görüşlü isimlerinden pek çoğu yazılar yazmıştır. Yaşar Kemal, Ülkü Tamer, Niyazi Berkes, Taner Timur, Sadun Aren, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi…
Dergi’nin bir hareket olarak adlandırılmasında ise onun siyasi partilerle, sendikalarla olan ilişkisi etkilidir. 60’ların sol muhalefetinde diğer etkili bir aktör ise Türkiye İşçi Partisi’dir. Yön ve TİP sosyalist olmakla birlikte, sosyalizm anlayışlarında farklılıklar vardır. Önceleri seçimlerde TİP’i destekleyen Yön daha sonra TİP içindeki çeşitli isimlere dışarıdan destek vererek partiyi kendi sosyalizm anlayışına çekmeye çalışmıştır. Türk-iş Sendikası liderlerinin kurduğu Çalışanlar Partisi ise bu noktada bir alternatif olmuştur onlar için. Ancak bu partinin de beklentilerini karşılayamaması üzerine Sosyalist Kültür Derneği’ni kurarak, sosyalizmi kitaplarla, konferanslarla yaymayı amaçlamışlardır.
Yön’ün sosyalizm anlayışında kalkınma düşüncesi belirleyicidir. Yön, “Batı’nın” refah düzeyine erişebilmek için Türkiye gibi “az gelişmiş ülkelerin” kalkınma yolunun kapitalizmden ve serbest piyasa ekonomisinden değil sosyalizmden geçtiğini savunur. Batı 18. Yüzyıldan beri yavaş yavaş sermaye birikimi ile ulaştığı refaha Türkiye sosyalizmle hızlı bir şekilde ulaşacaktır. Ancak Yön’ün sosyalizmini TİP’ten ayıran fark burada belirir. Yön’ün Türkiye için öngördüğü strateji iki aşamalı devrimdir. Türkiye öncelikle, emperyalizme karşı savaşıp yabancı sermayeyi yurttan kovacak ondan sonra yurt içindeki sömürüye yönelik mücadeleyi gerçekleştirecektir. Yön Kurtuluş Savaşı’nı da bu açıdan değerlendirerek onun yabancı sermayeye karşı gerçekleştirilen bir burjuva devrimi olduğu düşüncesindedir.
Sosyalist mücadelede Yön, işçi sınıfı öncülüğüne güvenmez. İşçi sınıfı sosyalist bilinci taşımadığı için devrimi sırtlayamaz. Yön toplumu ilerici ve gerici güçler şeklinde sınıflandırır. Devrimin öncülüğünü ara tabakalar ya da daha bilinen adıyla zinde kuvvet yapacaktır. İşçilerden, gençlerden, memurlardan, askerlerden ve aydınlardan oluşan ara tabakalar sosyalist mücadelede ilerici güçlerden de destek alırlar. Yön, 27 Mayıs ihtilaline karşı olumlu duygular beslediği gibi sosyalist devrimin de bir ordu darbesiyle gerçekleştirilebileceği düşüncesindedir.
Yön’ün ideolojik çözümlemesini yapmak gerekirse, milliyetçi bir sosyalizmi benimseyen Yön, Kemalizm ile sosyalizm arasında bir bağ kurar. Sosyalizm, Kemalizmin ileri bir aşamasıdır. Kemalizm anti-emperyalist niteliği ile sosyalizme yakındır. Türkiye’de çoğu siyasal akımın meşruiyet zemini için Kemalizm’e başvurduğu şeklindeki genel düşüncenin aksine Yön, gerçekten de Kemalizm’i benimsemiş bir akımdır. Yön’ün, Sosyalizm ve Kemalizm arasında bağ kuran Kadro’dan farkı ise çubuğu sosyalizme doğru bükmesidir.
60’ların görece özgürlük ortamında kendilerini sosyalist olarak tanımlayan Yön’ün Türkiye’de Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim tartışmalarında da belirleyici olduğunu görürüz. Türkiye’deki sosyalist akımlar arasındaki farkları biçimlendiren bu tartışmada MDD’nin açtığı yoldan Mahir Çayan, Deniz Gezmiş geçecek ve daha da derinleşen tartışmalarla PDA ortaya çıkacaktır.
Kaynakça
Atılgan, Gökhan, (2008): “Yön-Devrim Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt:8, ss.597-647.
Atılgan, Gökhan, (2018): Yön-Devrim Hareketi: Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar, Yordam Kitap, 2. Basım
Bora, Tanıl, (2017): Cereyanlar, İletişim Yayınları, 2. Basım