Bu söyleşi Nisan, 2016'da Ulus Gazetesi için yapılmıştır. Bağlantı: http://ulusgazetesi.com.tr/egitilmeyen-halk-hicbir-yeniligi-kabul-etmez/
Söyleşi: İpek Esen, Berkay Sezer, Efe Dinler
“MÜZİĞİ SEVEN İNSAN, HİÇBİR ENGELİ TANIMAZ”
Cumhuriyet’ten sonra sanki Batı müziğine biraz yakınlaşma var. Bu yakınlaşmayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu geçiş sürecini anlatabilir misiniz biraz?
Esas doğru, tarihsel doğru, Batı müziğine yönelişin Cumhuriyet’le başlamadığı. Osmanlı’nın son döneminde zaten, hanedandaki çeşitli Batı’ya yüzünü dönmüş padişahların aldıkları kararlar sonucu Batı enstrümanlarının ve Batı müziğinin Osmanlı hayatına girdiğini görüyoruz. Bunların başında da o zamanların meşhur opera bestecisi Donizetti’nin kardeşinin payitahta çağırılması ve o zamana kadar mehter takımı olarak bilinen askeri bandonun yerine Mızıka-yı Hümayun’un kurulması var…
İstanbul’da da düşünecek olursanız pek çok Hıristiyan veyahut başka dinlerden olan Osmanlı milleti var: Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten… Bu insanların da evlerinde Batılı gibi yaşadıklarını biliyoruz ve bu evlerde Batılı müzik aletlerinin olduğunu da biliyoruz. İzmir’de 19. yüzyılda Levantenler tarafından kurulan çeşitli müzik mağazaları var. Hatta benim piyanom İzmir’deki bir mağazadan gelmiştir. Osmanlı’nın son yıllarında bu Batı’ya yöneliş, toplumun her katmanında var, sadece müzikte değil. Asker ressamlar artık minyatür yapmıyorlar, Osman Hamdi Bey sayesinde arkeoloji önem kazanıyor… Böyle bir altyapı var zaten Osmanlı’da.
Cumhuriyet’in ilk kadroları biliyorsunuzdur ya İstanbul’dandır ya Rumeli’dendir. Anadolu’dan gelenler sayıca azdırlar. Onun için zaten böyle bir kültüre sahip olan insanlar tarafından Cumhuriyet kuruluyor. Ve Atatürk inanılmaz bir ileri görüş sahibi olan bir insan, asker olmasının dışında yeni toplumun ideale yakın bir toplum olabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu daha Cumhuriyet’i kurduğunun ertesi yılı bir müzik şurası toplayarak ispatlıyor. Yani ülkede müzikle uğraşan ne kadar insan varsa Ankara’da topluyor, şura denilen bir toplantı yapıyor. Demek ki müziğin bir toplum için ne kadar önemli olduğunu öngörüyor ve müzik eğitiminin ne kadar önemli olduğunu görüyor. Müzik eğitimi o zamana kadar usta-çırak ilişkisi ile gelişiyor. Atatürk o şurayı toplamakla bilimsel anlamda müzik eğitimi verecek bir kurum kurmanın yolunu açıyor ve bu şekilde zaten Musiki Muallim Mektebi kuruluyor Ankara’da, sonra konservatuara dönüşüyor. İstanbul’da da padişahlık zamanında kurulmuş olan Darülelhan var. Bu da müzik eğitimi veriyor, ama belediyeye ait.
Müzik eğitiminin bilimsel olarak kurumsallaşması, Cumhuriyet’le birliktedir. Ama Batı müziği ilk kez bu dönemde Türkiye’ye girmiş değildir. Bir sürü dedikodu dolaşır ortalıkta, Cumhuriyet tepeden inmeydi de bilmem ne… Kardeşim tepeden hiçbir şey inmez, yavaş yavaş olur. Resim de aynı şekilde, insan sureti Müslümanlıkta yasak. 19. yüzyıl ressamları insan suretini yapmaya başlamışlar. Günah olmadığına karar vermişler ki akademi kuruluyor, kurulunca içinde çıplak model yer alıyor. Bu bir çeşit ilerlemedir. Kimse yasaklamıyor çıplak modeli. Çünkü o bir eğitim aracıdır.
Babanız Sabahattin Ali, bizim de çok sevdiğimiz bir yazar. Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı adlı kitabında, babanızın yapıtı olan “İçimizdeki Şeytan”ın Prof. Dr. Mükremin Halil, Peyami Safa ve Prof. Dr. Zeki Velidi’yi kastettiği söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Babam o kitabı yazdığı zaman, kitaptaki Nihat karakteri olan Nihal Atsız, “İçimizdeki Şeytanlar” diye bir broşür çıkartıyor. Tamamen hakaretamiz bir broşür. Orada diyor bunu. Babamın buna bir yanıtı yok. Evet veya hayır demiyor. O, Nihal Atsız’ın düşüncesi. Öyledir ya da değildir diye babamdan bir yanıt yok. Benden de yok…
Aynı Nihal Atsız, babanızı komünist olmakla suçluyor. Bu bir suç mudur, o ayrı bir tartışmanın konusu; fakat babanızın komünizm ile ilişkisi nedir?
Babam hiçbir partinin üyesi olmadı hayatı boyunca. Hatta babam öldürüldükten sonra şöyle bir laf da edildi: “Sabahattin bir partinin üyesi olsaydı, öldürülmezdi, kurtarılırdı.” Ama babam, Türkiye’de az bulunan entelektüellerden biriydi. Niyazi Berkes’in de, zamanında benim hazırladığım bir kitaptaki anılarında belirttiği gibi, 1940’lı yıllarda Marks’ı, Engels’i ve Lenin’i en iyi bilen ve en iyi yorumlayan kişiydi. Yani babam bir Marksistti, Komünist Parti üyesi değildi. Sosyalist fikirlere inanmış ama demokrasiye de inanmış bir fikir adamıydı.
Babam hiçbir partinin üyesi olmadı hayatı boyunca. Hatta babam öldürüldükten sonra şöyle bir laf da edildi: “Sabahattin bir partinin üyesi olsaydı, öldürülmezdi, kurtarılırdı.” Ama babam, Türkiye’de az bulunan entelektüellerden biriydi. Niyazi Berkes’in de, zamanında benim hazırladığım bir kitaptaki anılarında belirttiği gibi, 1940’lı yıllarda Marks’ı, Engels’i ve Lenin’i en iyi bilen ve en iyi yorumlayan kişiydi. Yani babam bir Marksistti, Komünist Parti üyesi değildi. Sosyalist fikirlere inanmış ama demokrasiye de inanmış bir fikir adamıydı.
40’ların Cadı Kazanı’nda şöyle bir iddia daha var: Aslında Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde Ali Ertekin tarafından değil de Milli Emniyet’te sorgulanırken işkencede öldüğü söyleniyor, doğru mudur?
O da ispatlanmadı. İki söylenti var: Söylentilerden bir tanesi olan Ali Ertekin, “cinayeti üstlendi”. Cinayeti üstlenmek ne anlama geliyor, bilinir… Onun üzerine cinayet davası açıldı, Ali Ertekin idam ile yargılandı. Sonra nedense 4 yıla mahkum oldu… Bir yıl sonra da af çıktı, Ali Ertekin serbest kaldı. Bunları yan yana koyarsanız, aslında durum ortaya çıkıyor.
Kitapta okuduğunuz ikinci söylenti, akla yakın geliyor. Ama onun da bir ispatı yok, belgesi yok. Bilmiyoruz.
Babanızın öldürülmesinde Atsız ile olan davanın etkisi var mıdır sizce?
Babamın hayatının birden bire çok değişik bir mecraya girmesine neden olan bu davadır diyebiliriz. Nihal Atsız davasıyla birlikte babam, bodoslama siyasi hayata girdi. Zaten girecekti belki ama çok hızlı bir şekilde girmiş oldu. İşinden edecekti zaten bu onu, işsiz kaldı. Etraftan da güvendiği insanlar tarafından birtakım gazeteler çıkartılmaya başlanmıştı. Bunlardan birisi Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun çıkardığı bir gazeteydi. Esat Adil zaten Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurmuştu. Babamın çocukluk arkadaşıydı. Sonra kuzeni Mehmet Ali Aybar’la önce Yeni Dünya, sonra Zincirli Hürriyet gazetesini çıkardılar. Fakat bu söylediğim gazeteler ya bir sayı, ya iki sayı çıktı. Sonra hepsinin canına okundu…
Yeni Dünya, afişler hazır ve yazarlar belli ve ilk sayısı çıkmışken gazeteyi basan Tan matbaası paramparça oldu. Sonra İstiklal Caddesi’ndeki gazete bürosuna da gelindi ve büro da paramparça edildi. Bu gazetenin çıkartılması engellendi.
Zincirli Hürriyet de aynı şekilde…
Sanırız matbaa bulamamıştı Zincirli Hürriyet?
Evet… Yani bunların hepsi son derece manidar. Sonra zaten Markopaşa başlıyor. Markopaşa’nın tarihçesi de belli zaten. Neredeyse her sayıdaki bir yazıdan ötürü dava açılıyor. Aynen şimdi Cumhurbaşkanı’na hakaret, bilmem kime hakaret diye olduğu gibi… Orada da öyle, babam 3 ay niye yattı? İşte o zaman Falih Rıfkı Atay’a hakaretten, Ulus gazetesinin eski başyazarı (gülüşmeler)… Sonra Cemil Sait Barlas’a hakaretten, Mehmet Barlas’ın babası, Gaziantepli eşraftır kendisi. Onlar hacıyatmaz, onlara bir şey olmaz…
Sabahattin Ali’nin birçok şiiri bestelendi. Leylim Ley, Hapishane Şarkıları, işte 5-6 tane yanlış hatırlamıyorsam şiiri vardı. Siz bu besteleri nasıl buluyorsunuz, tasvip ediyor musunuz?
İyi valla, o konuda bir çekincem yok. Yani o şarkılar sevildiği sürece benim bir itirazım yok.
Ki çok seviliyor. Leylim Ley’in anonim bir türkü olduğunu sanıyorlar.
Evet öyle zannediliyor. Babamın özelliğidir o zaten, şiirlerinin çoğu anonim sanılır. Bazı hikayelerini de anonim sanıyorlar, mesela Hasan Boğuldu hikayesi gibi bir hikaye vardı da, babam yazıya döktü sanıyorlar. Halbuki Hasan Boğuldu’yu Hasan Boğuldu adıyla yazan ilk kişi, Sabahattin Ali. Şimdiyse Kaz Dağları’nın orada Hasan Boğuldu’ya turistik seyahatler yapılıyor.
Hıfzı Topuz’un Başın Öne Eğilmesin kitabını okumuşsunuzdur. Değerlendirmeniz nedir acaba?
Çok güzel bir kitap. Hıfzı Bey çok akıcı rahat okunan bir üslubu var. Sonra böyle hafif romanlaştıran da bir üslubu var. Bir gazetecinin kıvrak kalemiyle yazdığı için o kitap da çok hoşuma gitmişti gerçekten. Sağ olsun var olsun. Çünkü öyle kitaplar da lazım. Yani Sabahattin Ali’yi hiç tanımayan birisi için Sabahattin Ali’yi tanıtan bir kitaptır o, kolay okunduğu için.
“ŞİMDİ TÜRKİYE’Yİ BAŞKA TÜRLÜ NASIL KURTARIRIZ DİYE DÜŞÜNEN BİR GENÇLİK VAR”
Aslında babanız gençler arasında bayağı tanınıyor.

Ne kadar güzel.
(Berkay) Gençler arasında çok tanınıyor, hatta Kürk Mantolu Madonna kitabı en çok satanlar arasında daima. Acaba bu ilgi yeterince samimi değil mi? Kürk Mantolu Madonna’nın benim için yeri ayrıdır, içerisindeki cümlelerle, ifadelerle olsun. Ben kendimi biraz daha insanmışım gibi hissettim o kitabı okuduktan sonra. Kendimde böyle bir yankı uyandırdığı için, insanlar da bu kitabın hakkını vererek okumuş olsalar, içine girmiş olsalar, dışarıda daha az kötülük olurdu diye düşünüyorum.
(Gülüyor) Bir kitap o kadar güçlü olabilir mi sence?
(Berkay) Bilmiyorum, bende o kadar büyük bir etki yarattığı için belki böyle düşünüyorum. Sanki bu kadar ilginin karşılığını dışarıdaki insanlarda görmüyorum, öyle geliyor bana.
Onlar okumamışlar, okusalar öyle olmaz.
Hatta bir karikatür yapıldı, müşteri geliyor kitapçıya ve soruyor “Ben Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabını istiyorum.” Kitapçı da diyor ki “Kitap 10 TL, kitapla fotoğraf çekilmek 5 TL, hangisini istersin?”, “Ben fotoğrafını alayım o zaman” diyor müşteri.
(Gülüyor) Var, o da var. Ama bu iş böyle tabii… Yani 16’yla 25 yaş arasındaki, siz yaşlardaki gençleri çok etkiliyor bu kitap. Çünkü siz daha hayata yeni atılıyorsunuz. Siz daha kirlenmemişsiniz, hayat sizi kirletmemiş. İnşallah hiç de kirletmesin ama, bu sebeple siz etrafınıza bakıyorsunuz, bütün bu kötülükleri görüyorsunuz ve nasıl olabiliyor diye sorguluyorsunuz. Ama bakalım 30’larınıza geldiğinizde de bu mecranın içerisinde yürürken aynı sorgulamayı yapacak mısınız?
Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sı işte bu yaşlara, ki Raif Efendi de orada esasında, bu yaşlarda birisi, yani sonradan hep böyle yaşlı bir adam diye bahsediyor ama kronolojiyi hesaplarsan adam öldüğünde 40 yaşında falan en fazla. Onun için o genç insanın duygularını yine genç insanların çok iyi anlayabileceğini düşünüyorum. Bir de şu var, mesela, daha önceki kuşakların bu kadar fark etmemesi Kürk Mantolu Madonna gibi bir eseri, çok bambaşka ideallerle meşguldü o sırada gençlik, Türkiye’yi kurtaracağını zannediyordu 70’ler ve 80’lerde. Şimdi güm diye Türkiye’yi kurtaramayacağını anlayan bir gençlik var. Yalan mı? Veya başka türlü nasıl kurtarırız diye düşünen bir gençlik var. Bunun için daha duyarlılar gibi geliyor bana.
Sabahattin Ali uzun zamandır sosyal medyada paylaşılıyor.
Yani. Gençlerin hayatında güzel bir yeri varsa ne mutlu. Önemli olan o. Sende var mı herhangi bir şey Efe?
(Efe) Şöyle, lisede bizim okulumuz bize her daim kitap okuturdu ve bu kitaplardan sorumlu olurduk. Bize bir gün Kuyucaklı Yusuf’u okutmuşlardı. Şimdi şöyle bir psikoloji var, okul dikte ettiği zaman bir önyargınız oluyor–
“Allah kahretsin ya şimdi bunu mu okuyacağız?”
(Efe) …Kesinlikle, ama ben Kuyucaklı Yusuf’u bitirdikten sonra böyle neye uğradığımı şaşırmıştım. Roman denen şey bu kadar güzelse benim keşfedeceğim çok şey var demiştim.
Kuyucaklı Yusuf’u ben de çok severim. Benim için de kıymetlidir. Babamın çocukluk anıları ile benim çocukluk anılarım bir araya girer orada. Edremit, Kaz Dağı, vesaire.
Sabahattin Ali hem Türk siyasal hayatında, hem de Türk edebiyatında gerçekten çok önemli bir isim. Bir müze projeniz var mı kendisiyle ilgili?
(Gülüyor) Valla şimdi Edremit’te babamın çocukluğunun geçtiği ev hala olduğu gibi duruyor. Ama baktığın zaman da satılmış, perişan, küçücük bir ev. Şimdi Edremit Belediyesi’nin senelerdir orada bir projesi var. Ama sahibini evden çıkartmak gibi bir duruma ben hiçbir zaman karışmak istemem tabii ki. Satın bile alsam. Yaşlı bir kadın oturuyor içinde zaten. Herhalde çocukları almış, anneleri orada tek başına oturuyor. İşte eğer o ev alınırsa, orada düşünüyoruz. Bakalım. Ben tabii bir de Türkiye’de hiç güvenemediğim için, yani hiçbir belge saklanmıyor, sen belirli üniversitelere belgeleri verenlere bakıyorsun, bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bütün belgelerini mesela Murat Belge, Bilgi Üniversitesi’ne vermişti. Sonra Bilgi Üniversitesi el değiştirdi, sonra o belgeler depoya kalktı vesaire. Diyelim ki biz o evi aldık, müzeyi kurduk. Kim bakacak? Belediyeye güvenmek lazım. İnşallah belediyeler sahip çıkarlar. Babamın eşyasıydı, şuydu buydu, çok dağıldı ölümünden bu yana. Bir şey kalmadı ki.
Üzücü.
Bir yazıhanesi var kızımın evinde. Bir kanepe iki koltuğumuz vardı, onu AIMA binasına ben bağışladım, orada duruyor şimdi kanepe ve iki koltuk.
Sabahattin Ali deyince gözlüğü, papyonu çok sembolik gelir.
Sandıkta var öyle elbisesi, gözlüğü, piposu, kalemi, ufak tefek şeyleri var. Onlar duruyor.
İşte kitapları mesela, kitaplarını değişik kitaplıklara bağışladık. Ama bir tek zannediyorum Koç Üniversitesi kitaplığındaki kitaplar iyi korunuyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Alman Edebiyatı Bölümü’ne bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Avusturya Liseliler Vakfı’na bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Halet Çambel’e babamın ölümünden sonra annemin bağışladığı kitaplar, kendisi ölene kadar o evdeydi. Evdeki tüm eşyaları Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlandı, şimdi ne olduğunu bilmiyorum. Anlatabiliyor muyum?
Göçebe toplumuz şekerim, hiç iz bırakmadan gitmek de var…

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder