28 Temmuz 2017 Cuma

Sokrates'in Savunmasından Günümüze Notlar

(Fotoğraf: Atina, Akropolis/ İpek Esen)

 Sokrates bundan yaklaşık 2500 yıl önce Antik Yunan’da yaşayan ve Atina sokaklarında insanların bilgeliklerini sorguya çekerek ünlenmiş bir filozoftu. Bugün hemen herkesin ismine aşina olduğu bu filozofun başına gelenler de kendisinin ününe ün katmıştı. Sokrates’in ölümü “erdem” meselesi üzerinden ahlak felsefesi, yurttaşlık üzerinden de siyaset felsefesi açısından oldukça tartışmalı bir olaydır.

“Adil”, “eşitlikçi” ve “çoğunlukçu” kavramlarıyla anılan demokrasi kuramının sorgulandığı şu zamanlarda Atina demokrasisinde yaşanan bir ölümü tekrar hatırlamanın anlamlı olacağını düşünüyorum. Bu yazıda Sokrates’in Savunması[1] esas alınarak yargılanma sebebi, savunmasının içeriği ve ölümü üzerine birkaç söz edeceğim.

Sokrates, yazının başında da belirttiğim gibi Atina sokaklarında insanları bilgelikleriyle ilgili sorguya çekiyordu. Bu sorgulamanın sebebi ise şu rivayetten çıkarılır; Tanrı Apollon’un[2] kehanetine göre dünyanın en bilge kişisi Sokrates’tir. Sokrates bu kehanete inanmamaktadır. Kehanetin yanlış olduğunu kanıtlamak için önce siyasetçilere gitmiştir. Onların bilgeliğini sorgulamıştır. Bu sorgulamaların sonucunda şu kanıya varmıştır: “Göründüğü kadarıyla ikimiz de güzellik ve iyilik hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. O, hiçbir şey bilmediği halde bir şeyler bildiğini sanıyor, oysa ben hiçbir şey bilmemekle birlikte bunun bilincindeyim. Bu durumda hiçbir şey bilmediğimi bildiğim için az da olsa ondan daha bilgeyim sanırım.”[3]

Siyasetçilerden sonraki durağı ise önce ozanlar, daha sonra ise zanaatçılar[4] olmuştur. Konuştuğu her insanın bilgeliğini sorgulamış ve her seferinde aynı kanıya varmıştır. “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir”

Karşısındaki insanların bilge olmadıklarını ortaya çıkarmak ona düşmanlar kazandırmıştır. Sokrates bu düşüncesiyle Atina sokaklarında dolaşıyor ve gördüğü herkesi bilgelik konusunda sorguya çekiyordu. İnsanların bilgisizliğini ortaya çıkarma işine gençler de ortak olunca bundan rahatsız olanlar onu, gençleri yoldan çıkarmak ve tanrısızlıkla suçladılar.

Sokrates’in davası önemliydi çünkü kamu davasından yargılanıyordu. İddia edilen suç, Polis’e[5] karşı işlenmiş bir suç olması bakımından önem teşkil ediyordu. Bu suçlama ile Sokrates’i hem hukuken yargılamak hem de onun toplumdaki itibarını zedelemek isteniyordu. Bu suçlamalarla 500 kişilik bir mahkeme önünde yargılanmıştır. Savunmasında kendisine atılan bu suçun sebebini de yukarıda belirtildiği gibi yaptığı bilgelik sorgulamaları sonucunda kazandığı düşmanlıklara dayandırmıştır.

Sokrates savunması boyunca iddiaları reddetmiş kendi mantığı içerisinde bunu açıklamaya çalışmıştır. Mahkemeyi suçsuzluğuna inandırmak için asla taviz vermemiş ve inandığı erdemli davranışlara göre bir savunma yapmıştır. Sokrates yaptığı bu sorgulamalarla insanlara yardım ettiğini düşünmektedir. Bu sebeple ucunda ölüm de olsa bu sorgulamalardan vazgeçmeyeceğini belirtir. Ayrıca savunmasında bu sorgulamalardan –yani hayat tarzından- vazgeçmesi şartıyla serbest kalma ihtimaline tümden karşı çıkacağını da ekler.[6]

Sokrates bu yargılamadaki savunmasını yalnız kendi için değil tüm polis için yaptığını belirtir. Ve mahkeme sonucunda alacağı cezanın aslında polise zarar vereceğini söyler.

Onlar beni öldürebilir, sürgüne gönderebilir ya da yurttaşlık haklarımı elimden alabilirler. Bunları yaparak başıma büyük belalar açtıklarını sanabilirler, ama ben öyle düşünmüyorum. Bence asıl kötü olan, şimdi yaptıkları gibi, bir adamı haksız yere öldürmeye çalışmalarıdır. Atinalılar, işte bu yüzden herhangi birinin düşüneceği gibi savunmamı kendim için yapmıyorum. Beni mahkum ederek, tanrının size bahşettiklerine karşı bir günah işlememeniz için savunmamı sizin adınıza yapıyorum. Beni öldürürseniz kendini kentimize böylesine adamış başka birini kolay kolay bulamayacaksınız.”[7]

Sokrates yargıçları ikna etmek için düşünceleriyle tutarsız hiçbir sav ileri sürmemiş, hiçbir söz söylememiştir savunmasında. Beraat etmek için yargıçlara da yalvarmayacağını peşinen söyler. Böyle davranmayacağını daha en başında belirttiği gibi yine de ondan bunu bekleyen mahkeme üyelerine şunu söylemiştir. “Yargıç adaleti lütuf gibi değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkie getirilir.”[8]

Bu sözlerinden sonra yargıçlar toplanıp onun suçluluğu hakkında bir karara varırlar. Sokrates suçlu bulunmuştur. Bu karardan sonra, cezanın belirlenmesinden önce, tekrar kürsüye çıkar ve bir konuşma yapar.

Sokrates, mahkumiyetine üzülmediğini belirtir. Yargıçlar arasında idam cezası isteyenlere karşı Sokrates, kendisi için bir ceza önerir. Kendisinin Atinalılara iyilik yaptığını öne sürerek hak ettiği “cezanın” Prytaneion’da[9] karnının doyurulması olduğunu söyler.

Sokrates’in bu teklifini mahkeme saygısızca bulur ve onu ölüme mahkum ederler. Bu kararın ardından son kez konuşma yapar. Konuşmasında ölümün iyi ya da kötü bir son olup olmadığını kesin olarak bilemeyeceğimizi ve bu yüzden üzülmenin bir anlamı olmadığını söyler. Kendisine verilen cezanın haksızlığını belirtirken şu sözleri sanırım hem ahlak felsefesine hem de dünyadaki tüm demokrasi görünümlü diktatörlüklere/ tiranlıklara damga vuracak niteliktedir: “İnsanları öldürerek sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Denetlenmekten bu şekilde kurtulmak hem olanaksız hem de kötü bir çözümdür. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine mümkün olduğunca daha iyi biri olmaya çalışmalısınız.”

Sokrates infaz gününü beklemek üzere zindana kapatılır. Onu zindanda Kriton adlı dostu ziyaret eder. Kriton, Sokrates isterse eğer, onu zindan kaçırabileceklerini ve hatta rejimin de bu kaçışa göz yumacağını söyler. Kaçmayı reddetmesi halinde “çoğunluk; biz dostlarının bunca ısrarına karşın senin buradan çıkmak istemediğine inanmayacaktır.”[10] der.

Sokrates, çoğunluğun düşüncelerine önem verilmemesi gerektiğini, düşüncelerine önem verilmesi gereken bilge kişilerin de nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davrandığını düşünecekleri yanıtını verir. [11]

Kriton, tüm bu felaketlerden sonra Sokrates’in hala çoğunluğu umursamamasına içerlemiştir. “Ama görüyorsun ki Sokrates, çoğunluğun düşüncelerine de önem vermek gerekir. Şu başına gelenlerin kanıtlandığı gibi, insan bir defa gözden düşmeye görsün, çoğunluk ona kötülüklerin sadece küçüklerini değil, en büyüklerini bile yapmaktan çekinmez.”[12]

Bu noktada Kriton doğru ya da yanlıştan öte bir gerçeği ifade eder. Egemenin -hadi daha demokratik bir dille çoğunluğun- tahakkümü söz konusudur. Sokrates, çoğunluğa kulak vermemiz gerektiği düşüncesine diyaloğun ilerleyen kısımlarında şu sözlerle yanıt verir. Çoğunluk her konuda bir şey söyleyebilir. Bildiği ya da bilmediği her konuda… Kişinin bu söylemlere göre davranması ona zarar verebilir. Zira çoğunluk bilmeden yanlış ve kötü bir şey söylerse ve kişi buna uyarsa ona zarar gelebilir. Çoğunluğu dinlememek gerekir. Kriton “Çoğunluk bizi öldürebilecek güçtedir.” der. Sokrates ise çoğunluğa uymamak gerektiğini uyduğumuz takdirde de zarar görebileceğimizi –belki ölebileceğimizi- yineler. [13]

Sokrates dostlarının yaptığı kaçma teklifini reddeder ve bir odada dostlarınla vedalaşıp baldıran zehrini içerek bu dünyaya veda eder.

Sokrates’in başka bir şehre gitmek istememesinin, kaçışı kabul etmemesinin birkaç sebebi vardır. Öncelikle kendisi ile çelişmek istemez. Davadan önce, özgür bir yurttaş olduktan sonra, poliste kalarak başka bir kente gitmeyerek o kentin yasalarına örtük bir rıza göstermiştir. Şimdi yasa kendi aleyhine döndüğü için polisi terk etmesi tutarlı değildir. Üstelik bir kaçak olarak gittiği şehirde barınamayacağını bilir. Ayrıca ona göre her şeyin bir erdemi vardır. Yurttaşı özel insandan ayıran onun kamu işleriyle, devletle ilişkili olmasıdır. Kamu işlerinden biri de yasalara itaattir. Bu bakımdan ölümü erdemli ve kendi içinde tutarlıdır.

Sokrates eğer kaçmayı kabul etseydi siyasal düşünceler tarihinde bu kadar önemli yer etmez, 2500 yıl sonra bile anılıp onu aklayan mahkemeler kurulmazdı[14]. Onu sanıyorum ki bu kadar önemli kılan yasa-yurttaş ilişkisindeki bu tutarlı ve erdemli tavırdı.

Sokrates’in çoğunluğun düşüncelerini öneme almamamız konusundaki düşüncesini daha da ilgi çekici hale getirecek bir detayı burada vermek yerinde olur sanıyorum. Sokrates öldükten sonra, Laertius’a göre Atina onu ölüme mahkum ettiği için pişman olmuş, suçlamaları yapanları sürgüne göndermiş ve Sokrates’in bakırdan heykelini dikmişlerdir.[15] İşte tam da bu sebeple Sokrates’i ve onun ölümünü hatırlamamız gerek… Demokrasi görünümlü tiranlıklarda demokrasi bir insanı öldürdüğü gibi başka bir gün o insanı kahraman ilan edebilir. Galiba Platon demokrasiyi filozoflara yakıştırmakla doğru bir şey yapmış…




KAYNAKÇA

Platon, Sokrates’in Savunması, İş Bankası Kültür Yayınları, 6. Basım, İstanbul.




[1] İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Euthyphron, Apologia(Savunma), Kriton, Phaidon kısımlarından oluşan kitaptır..
[2] Apollon: Antik Yunan’da sanatların, müziğin, şiirin ve aşkın tanrısıdır. Kehanetleriyle de ünlüdür.
[3] Platon, Sokrates’in Savunması, İş Bankası Kültür Yayınları, 6. Baskı, s. 36.
[4] Antik Yunan’da Sanatçılar ve zanaatçılar arasında bir fark gözetilmiyor.
[5] Polis, Antik Yunan’da bir toplumsal organizasyon biçimi, kent…
[6] Platon, age., s.48.
[7] Platon, age., s.49.
[8] Age., s.55.
[9] Akropolis’te yer alan kamu binası. Atina’da Prytaneion’da ömür boyu bedava yemek yeme hakkı kazanmak yurttaşlara verilebilecek en büyük onurdur. Ayrıca bu ödül olimpiyatlarda altın madalya alanlara verilmektedir.
[10] Platon, age., s.69
[11] Age., s.69
[12] Age,, s.69.
[13] Age., s.74.
[14] http://www.haberturk.com/dunya/haber/745593-2500-yil-sonra-gelen-beraat
[15] Platon, age., Sonnotlar 66. not, s.193.

23 Mayıs 2017 Salı

Rousseau'da Yabancılaşma


*
Giriş
Yabancılaşma psikolojik, felsefi ve sosyolojik olarak birkaç anlama sahiptir. Bu tanımların hepsini burada vermeyeceğim. Çünkü makalenin konusunun dışına çıkmış olurum. Ancak genel olarak bir insanın yaşadığı gruba, topluma ve kendine yabancı kalması, uzak kalması diyebiliriz. Kavram alandan alana değişik anlamlar ihtiva ettiği gibi çeşitli düşünürlerin eserlerinde de farklı anlamlara gelmektedir. Yabancılaşma kavramı en çok Marx ve Hegel ile bağdaştırılmaktadır. Marx, kavramı emek-ürün ilişkisi ile incelemiştir. Hegel ise “tin” e vurgu yapmıştır. Nietzcshe, Freud, Sartre, Marcuse gibi daha birçok düşünür, felsefi ve dünya görüşlerini biçimlendirirken bu kavramdan yararlanmıştır. Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” kuramında da yabancılaşmaya rastlarız. Hatta kavramı ilk kullananın Rousseau olduğu söylenmektedir.


Bu çalışmada da Rousseau’nun eserlerinden yabancılaşma örnekleri verip, Rousseau’da yabancılaşmayı tarif etmeye çalışacağım.

Rousseau’nun Yabancılaşma Tanımı
Rousseau yabancılaşma kavramını tam olarak tanımlamamıştır. Hatta eserlerinde açıkça yabancılaşma budur diye bir tanıma rastlayamayız. Ancak Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramında insanın kendine yabancılaşması anlatılır. Rousseau’ya göre yabancılaşma insanın doğallığının bozulmasıdır. Peki bu doğallık nedir? İnsanın doğallığı, onda doğal olan davranışlar, fikirler nedir? Bunu bilmek için Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramındaki doğa durumunu bilmek ve anlamak gerekir. Bu sebeple makalede öncelikle kısaca doğa durumundan bahsedeceğim. Bununla birlikte Rousseau’daki yabancılaşma örneklerinden de bahsedeceğim.

Doğa Durumu                          

Modern toplumdan önce Rousseau’ya göre insanlar bir doğa durumunda yaşıyordu. Doğa durumundaki insanla şimdiki insan arasında çok büyük farklar vardır. Doğa durumundaki insan eşit ve özgürdü. İnsanda akıldan çok önce başka iki ilke vardı. İnsan eylemlerini bu iki ilkeye göre düzenliyordu. Bu ilkelerden biri kendimizi sevme ve bundan türeyen kendimizi koruma duygusudur. İkincisi ise kendimizi başka insanlar yerine koyduğumuz için acıma, merhamet duygusu… İnsan bu iki ilkeye göre hareket ediyordu. Kendini sevdiği için koruyor, kendini başkalarının yerine koyduğu için de kimseye zarar vermiyor ve ona acıyordu. Bu durumda insan iyi ve mutludur. Doğa durumunda insan kendi kendine yeterlidir ve sosyal değildir. Türdeşleriyle pek ilişki kurmamaktadır. İnsan vahşi ama mutludur. Doğa durumundaki insan çalışmaz. İhtiyaçları ile güçleri birbirine uyumludur. Doğal insan hayvanlardan pek farklı değildir. Ama tabi ki aralarında farklar vardır. İnsan seçim yapma özgürlüğüne sahiptir. Ayrıca yetkinleşme, gelişme olanağı da vardır. 

Ancak bu doğa durumu bozulmuştur. Doğa durumundan dışsal nedenlerle çıkılmıştır. Bununla birlikte bu dışsal sebepler insanı seçme özgürlüğünü ve yetkinleşme yetisini kullanmaya iter. Akıl artık doğa durumundan çıkılmasıyla birlikte daha aktiftir. İnsan doğa durumundan toplumsal duruma geçerken 4 evre yaşar. Birinci evrede sel, doğal afet gibi felaketler olur. Bu felaketler insanların birbirleriyle iletişim kurmasına sebep olur. İkinci evrede Rousseau’nun ilk devrim dediği şey gerçekleşir. Barınaklar yapılır, aileler oluşur. Büyük topluluklar oluşur. Eşitsizliğin ilk biçimi bu evrede ortaya çıkıyor. Üçüncü evrede ise Madencilik ve tarım gelişir. Toplumsal işbölümü ortaya çıkar. Bu dönemde özel mülkiyet var. Dördüncü evrede ise zengin-yoksul ayrımı derinleşir. Sürekli savaş vardır. Hiyerarşiler oluşmuştur. Bu noktadan sonra insan doğa durumuna geri dönemez. 

Bu evreden sonra bir sözleşme yapılır. Bu sözleşme yalancı bir sözleşmedir. Çünkü eşitsizlik kurumsallaşmıştır. Zenginler fakirleri kandırmıştır. Bununla ilgili Rousseau: “En güçlü gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep efendi kalacak kadar güçlü değildir.”  der. Aslında Rousseau burada modern toplumun bir tasvirini yapmaya başlar. Yalancı sözleşmeyle kurulan bu toplumda insanlar özgürlüklerini yitirmişlerdir. Doğal özgür insan bu sözleşme ile toplumsal köle insan olur. Toplumsal insan başkalarının kanılarında yaşar. Bu yüzden en ünlü olmak, onurlu olmak, üstünlük kazanmak ister. Herkes kişisel çıkarlarını düşünmektedir bu toplumda.

Rousseau tarihin geri döndürülemez olduğunu söyler. Bu kötü durumdan ancak gerçek bir toplum sözleşmesi ile çıkılabilir. Bu yeni toplum sözleşmesinde insan herkese bağlı olduğu halde hiç kimseye bağlı olmayacaktır. Bu toplumda halk bütünüyle egemendir. Eşitlik ve özgürlük bu yeni sözleşme ile geri gelir. Rousseau tez-anti tez ve sentez yöntemini kullanmıştır aslında. Doğal özgür insan ve toplumsa köle insandan toplumsal özgür insanı yaratmıştır.


Doğa durumunda insanların bireyler olarak yaşadığını söylemiştik. Toplum sözleşmesi ile birlikte insanlar birkaç kimliğe sahiptir. Birlik olarak halk, egemen otoriteye katılınca yurttaş, yasalara boyun eğen kişi olarak da uyruktur. Bu yeni insan kendisini birliğin bir parçası olarak algılayan ve varoluşunu da ancak bütünlük içinde hissedebilen bir varlıktır. Oysa doğada kendi varlığını anlaması, bilmesi için bir topluluğa ait olmasına gerek yoktur. Buna ihtiyaç duymaz. Bu yabancılaşma örneğidir.

Toplum sözleşmesinin amacı herkesin iyiliğidir. Rousseau, bu herkesin iyiliğini belirleyecek olan mekanizma için genel irade kavramını üretmiştir. Genel irade tek tek bireylerin iradelerinin toplamı değildir. Genel irade yurttaşların iradesidir. Yurttaş kişisel irade ve isteklerini bastırıp herkesin iyiliği için kara alır genel iradede. Genel irade insanın kendisine yabancılaşmasının iyi bir örneğidir. Çünkü genel iradede insan kendi içindeki tutku ve arzuları sınırlamak zorunda ve buna rağmen kendi iradesiyle de çatışsa da herkesin iyiliği için bir karar almalı. Örneğin insan kendini sever ve kendini korur. Ancak bu sözleşme ile herkesin iyiliği için ölmesi gerekiyorsa ölecektir. Bu da bir yabancılaşma örneğidir çünkü insan doğada kendini korurken sözleşme ile birlikte kendini koruma içgüdüsünü bir yana bırakıp ölmesi gerekebilir. Kendi doğasına aykırı bir karar almak zorunda olabilir. Genel irade ortak iyiliği gözetir. Bu sebeple asla yanılmaz.

Rousseau eşitliğin mülkiyetle bozulduğunu söyler. Bununla birlikte hak ve haksızlık kavramı ortaya çıkmıştır. Bu eşitsizlik durumunda artık zararsız olan insanın kendini sevmesi benlik sevgisine dönüşmüştür. Yabancılaşmanın en çarpıcı örneğidir. Kendini sevme(amour de soi) doğal bir duygudur, kendini koruma içgüdüsünü besler. Bu duygu akıl ve erdemi doğurur. Zararsız bir duygudur. Ancak benlik sevgisi (amour de propre), yapaydır. Toplumsallaşma ile ortaya çıkmıştır. Bu duyguyla insan kendini her şeyden üstün tutar. Bu duygu zararlıdır.

Rousseau doğa durumunda insanda iki ilkenin var olduğunu söylemişti. Bunlardan biri insanın kendini başkasının yerine koyması ve böylece o kişiye verememesi, ona merhamet etmesi ve acımasıydı. Rousseau empatinin zamanla insanı kendine yabancılaştırdığını söylemektedir. Yani insanın kendisini başkasının yerine koyması zamanla taklit etmeye dönüşmektedir. Kendi olamaması anlamına gelmektedir. Bu tehlikelidir...

Sonuç
Makalede Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramından hareketle yabancılaşma örneklerini vermeye çalıştım. Önce onun yabancılaşma tanımının ne olduğundan bahsettim. Daha sonra doğa durumunu, doğa durumundan çıkışı ve bunun sonucunda yapılan toplum sözleşmesini anlattım.

Rousseau’nun yabancılaşma tanımındaki gibi insanın doğasına uygun olmayan eylem, düşünce ve hisleri birer yabancılaşma örneği olarak makalede verdim. Rousseau’ya göre modern toplum, yalancı sözleşmede bahsedilen toplumdur. İnsan doğa durumundan sonra yalancı sözleşme ile kurduğu bu toplum kitlesel olarak kendine yabancılaşmıştır. İşte Rousseau bu noktada toplumun yeni bir sözleşme yapması gerektiğini belirtir. Yalancı sözleşme ile kurulan topluma bir dönüşüm geçirtmelidir. Yabancılaşmış toplumu tekrar bir dönüşümle yabancılaştırır ve doğa durumundaki insanla, toplumsal insanı bir sentez içinde toplar.

*: Fransız Devrimi'nin başlangıcı sayılabilecek Tennis Court yemininin tuvale dökülmüş hali... Resim Andre Couder'e ait.

KAYNAKÇA

Ali A. Mazrui - Alienable Sovereignty in Rousseau 
Julia Simon - Ingram - Alienation, Individuation and Enlightment in Rousseau's Social Theory
Macit Gökberk - Felsefe Tarihi 
Jean Jacques Rousseau - İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
Mehmet Ali Ağaoğulları - Sokrates'ten Jakobenlere Batıda Siyasal Düşünceler
Jean Jacques Rousseau - Toplum Sözleşmesi 

28 Şubat 2017 Salı

Dionysos'un Yüzleri: Rethymno'da Apokries

Öğrenci değişim programı ile geldiğim Girit'in Resmo (Rethymno) kentinde Şubat ayının ilk haftasından itibaren bir karnavalın yapıldığını öğrendim. Hristiyanların Paskalyası ile Antik Yunandaki yaygın inancın Apokries'inin birbiriyle iç içe geçtiği bu karnaval için yerel halk oldukça heyecanlıydı. Karnaval görüntülerini ve izlenimlerimi paylaşmadan önce Apokries nedir biraz bahsedeyim.

Apokries, Yunanca etten arınma demektir. Antik Yunan'da baharın gelişiyle birlikte tabiatın uyanması, meyvelerin olgunlaşması ve birçok hayvanın üremesi için 49 gün kadar et perhizi yapılmaktadır. Antik Yunan'da bahar ve tabiattan bahsedilince akla hemen Dionysos gelecektir. Evet, tüm bunlar Dionysos için yapılmaktadır.

Apokries'te büyük perhizden önce 3 hafta vardır. İlk hafta (Profoni), sonraki haftalar yapılacak olan büyük perhize hazırlık haftasıdır. İnsanlar istediklerini yiyebilirler. İkinci hafta (Kreatini) ise Çarşamba ve Cuma günü hariç her gün istediklerini yemekte serbesttirler. Bu hafta karnavalın ilk etkinliği gerçekleştirilir. Tsiknopempti olarak anılan perşembe gününde insanlar sokaklarda mangal yapıp et pişirerek büyük perhize birlikte hazırlanırlar. (1) 

16.02.2017


Üçüncü hafta (Tirofagou) ise karnavalı da içeren "peynir" haftasıdır. Bu hafta insanlar yalnızca peynir, süt, yumurta gibi mamüller tüketmektedir. Bu hafta karnavalla son bulur. Ancak karnavalın yapılacağı pazardan önceki gün, yani cumartesi günü "Büyük Ruhlar Günü"dür. Bu gün, herkes ölülerini anıp, onlar için dua eden komşularına, akrabalarına "Kolivo" ikram ederler. (2)

Büyük Karnaval Günü!!!

Üçünü haftanın pazar günü genci, yaşlısı, kadını, erkeğiyle herkesin heyecanla hazırlandığı karnaval günüdür. Bugün insanlar yüzlerini boyayıp, maske takarak ve kıyafetlerini değiştirerek "Dionysos'un Yüzleri" olmaktadır. Yine bugün de et yiyip, şarap içilmekte ve müzikle dans edilmektedir, Dionysos'u anmak adına...

Karnavaldan sonraki pazartesi günü ise "Kathara Deftera" olarak adlandırılan temiz pazartesi günüdür. Bu gün büyük perhiz başlamaktadır. Temiz pazartesiden Paskalya'nın kutsal cumartesisine kadar perhiz sürmektedir. Ayrıca temiz pazartesi günü, büyük perhizle amaçlanan "Tanrıya yakınlaşma" yolculuğunun sembolü olarak uçurtma uçurulur.

İzlenimlerime geçmeden önce eklemem gereken bir şey daha var. Antik Yunan'ın kadim geleneği Apokries'in günümüze kadar çeşitli versiyonlarını görebilirsiniz. Roma'da çiçek festivali olarak biçimlenen Apokries yeni din Hristiyanlıkla birlikte ise Paskalya ile birleştirilmiştir.

                                                           ~~ İzlenimlerim ~~                                                    
Apokries'in ikinci haftasının etkinliği, Tsiknopempti, bu yıl 16 Şubat'a denk geldi. Yunanca kursundan çıkıp eve doğru giderken sokaklarda insanların mangal yapıp müzikle dans ettiğini görünce biraz şaşırmadım değil. Bunu bir fırsat bilip hemen fotoğraf makinemle sokaklarda gezmeye başladım. Birkaç yerde onar kişilik gruplar gördüm. Çok kalabalık değildi. Ben de olanları fotoğraflamaya çalışırken isminin Maria olduğunu öğrendiğim bir kadın beni de davet etti. Mangaldaki etlerden ve içeceklerden ikram etti. Kendisine karnavalla ilgili birkaç soru sorarken 3-4 yaşlarındaki İraklis büyük bir iştahla "Suvlaki" yiyordu.

İraklis

Akşam saatlerinde ise Rethymno'nun küçük bir meydanında az bir kalabalık toplanmış yerel bir rock grubunun konserini dinlerken büyük perhizden önce son kez et yiyorlardı. 

 
İkinci haftanın etkinlikleri yalnızca bu kadardı... Doğrusu bu etkinliğe katılımın az olduğunu görünce asıl karnaval diye bahsedilen ve hazırlanılan 26'sındaki etkinliğin de pek büyük olacağını sanmıyordum. Ancak üçüncü haftanın ilk gününden itibaren caddelere büyük hoparlörler kurulmaya başlandı ve sabahın erken saatlerinden akşam ona kadar müzik yayını yapılıyordu. 

Cumartesi günü ise karnavala katılacak gruplardan birkaçı şehirde yürüyüş gerçekleştirmişti. Yürüyüşü fotoğraflayamadım fakat o gruplardan birisinin eğlencesini (halay da diyebiliriz) fotoğraflama fırsatım oldu.







Grup yürüyüşlerinin ardından şehrin büyük meydanında çok ünlü bir sanatçının konseri gerçekleştirildi. 

Pazar günü sabah büyük karnaval kendini yüksek sesli müziklerle duyurmaya başladı. Saat 13:30 gibi ana caddede karnavalın geçit töreni başladı. Kalabalık gruplar tebdili kıyafetler ve makyajlarla anacadde de kortej şeklinde yürüyor ve dans ediyordu. Tabi bu esnada perhiz için protein depolanmaya devam ediliyordu. 

Dionysos'un Yüzleri (1)



Dionysos'un Yüzleri (2)
Dionysos'un Yüzleri (3)

Karnavalda en sevdiğim grup Trump ailesiydi 😃 Politik mizah burada, sokakta çok yaygın.


Trump grubu için yapılan heykel ve platform gerçekten çok anlamlıydı. Platformu bütünüyle çekemedim. O yüzden bir açıklama yazısı yazmak iyi olacak. Tahterevallinin ağırlık noktasına dünya yerleştirilmiş. Ancak tahteravallinin iki ucundaki ağırlıklar fazla gelmiş olmalı ki dünya ezilmiş biçimde. Bir ucunda keyifli bir biçimde oturan Trump diğer ucunda ise eli kolu zincirle bağlanmış ağzı kapatılmış ve dövülmüş özgürlük heykeli.

#Saltbaesiz karnaval mı olurmuş... Bu da Antik Yunan'ın Nusret'i...
Karnaval'ın bu güzel görüntülerinden sonra akşam 6 gibi şehrin çeşitli meydanlarında konserler gerçekleştirildi. 



Ertesi gün akşamüstüne doğru ise kumsalda birkaç kişi uçurtma uçuruyordu. Doğrusu karnavalın en güzel kısımlarından biri olabilecek bir etkinliğin bu kadar az katılımla gerçekleşmesi üzdü beni.

Doğrusu Yunanistan'da hayatın akışını engelleyen bir kriz olduğunu sanmıyorum. İnsanların gerçekten eğlencenin fırsatını kaçırmak istemeyişleri ve geleneklerini heyecanla sürdürmeleri harika... 

1: Amerika, İngiltere gibi Katolik ülkelerde ise Fat Tuesday olarak da bilinir

2: Kolivo anma için hazırlanan özel bir yemek bizim gelenek ve inançlarımızdaki helva ve aşureye benzemektedir. Hatta ölünün kırkında da kolivo ikram edildiğini yazan birkaç kaynak var.

NOT: Fotoğrafları yüksek çözünürlük ve orjinal boyutta bloga koyma imkanım olmadı. Bu sebeple karnavalın birçok görüntüsünü paylaşamadım.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Filiz Ali ile Söyleşi


Bu söyleşi Nisan, 2016'da Ulus Gazetesi için yapılmıştır. Bağlantı: http://ulusgazetesi.com.tr/egitilmeyen-halk-hicbir-yeniligi-kabul-etmez/



Müzikbilimci Filiz Ali’yle Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne Türkiye’de müziği, kültürü, eğitimi ve babası Sabahattin Ali’yi konuştuk. Filiz Ali’nin sanatçı aydınlığı ile yer yer esprili bir dille verdiği yanıtları, sizlerle paylaşmak bizim için bir keyif olacak.
Söyleşi: İpek Esen, Berkay Sezer, Efe Dinler
“MÜZİĞİ SEVEN İNSAN, HİÇBİR ENGELİ TANIMAZ”
Cumhuriyet’ten sonra sanki Batı müziğine biraz yakınlaşma var. Bu yakınlaşmayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu geçiş sürecini anlatabilir misiniz biraz?
Esas doğru, tarihsel doğru, Batı müziğine yönelişin Cumhuriyet’le başlamadığı. Osmanlı’nın son döneminde zaten, hanedandaki çeşitli Batı’ya yüzünü dönmüş padişahların aldıkları kararlar sonucu Batı enstrümanlarının ve Batı müziğinin Osmanlı hayatına girdiğini görüyoruz. Bunların başında da o zamanların meşhur opera bestecisi Donizetti’nin kardeşinin payitahta çağırılması ve o zamana kadar mehter takımı olarak bilinen askeri bandonun yerine Mızıka-yı Hümayun’un kurulması var…
İstanbul’da da düşünecek olursanız pek çok Hıristiyan veyahut başka dinlerden olan Osmanlı milleti var: Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten… Bu insanların da evlerinde Batılı gibi yaşadıklarını biliyoruz ve bu evlerde Batılı müzik aletlerinin olduğunu da biliyoruz. İzmir’de 19. yüzyılda Levantenler tarafından kurulan çeşitli müzik mağazaları var. Hatta benim piyanom İzmir’deki bir mağazadan gelmiştir.  Osmanlı’nın son yıllarında bu Batı’ya yöneliş, toplumun her katmanında var, sadece müzikte değil. Asker ressamlar artık minyatür yapmıyorlar, Osman Hamdi Bey sayesinde arkeoloji önem kazanıyor… Böyle bir altyapı var zaten Osmanlı’da.
Cumhuriyet’in ilk kadroları biliyorsunuzdur ya İstanbul’dandır ya Rumeli’dendir. Anadolu’dan gelenler sayıca azdırlar. Onun için zaten böyle bir kültüre sahip olan insanlar tarafından Cumhuriyet kuruluyor. Ve Atatürk inanılmaz bir ileri görüş sahibi olan bir insan, asker olmasının dışında yeni toplumun ideale yakın bir toplum olabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu daha Cumhuriyet’i kurduğunun ertesi yılı bir müzik şurası toplayarak ispatlıyor. Yani ülkede müzikle uğraşan ne kadar insan varsa Ankara’da topluyor, şura denilen bir toplantı yapıyor. Demek ki müziğin bir toplum için ne kadar önemli olduğunu öngörüyor ve müzik eğitiminin ne kadar önemli olduğunu görüyor. Müzik eğitimi o zamana kadar usta-çırak ilişkisi ile gelişiyor. Atatürk o şurayı toplamakla bilimsel anlamda müzik eğitimi verecek bir kurum kurmanın yolunu açıyor ve bu şekilde zaten Musiki Muallim Mektebi kuruluyor Ankara’da, sonra konservatuara dönüşüyor. İstanbul’da da padişahlık zamanında kurulmuş olan Darülelhan var. Bu da müzik eğitimi veriyor, ama belediyeye ait.
Müzik eğitiminin bilimsel olarak kurumsallaşması, Cumhuriyet’le birliktedir. Ama Batı müziği ilk kez bu dönemde Türkiye’ye girmiş değildir. Bir sürü dedikodu dolaşır ortalıkta, Cumhuriyet tepeden inmeydi de bilmem ne… Kardeşim tepeden hiçbir şey inmez, yavaş yavaş olur. Resim de aynı şekilde, insan sureti Müslümanlıkta yasak. 19. yüzyıl ressamları insan suretini yapmaya başlamışlar. Günah olmadığına karar vermişler ki akademi kuruluyor, kurulunca içinde çıplak model yer alıyor. Bu bir çeşit ilerlemedir. Kimse yasaklamıyor çıplak modeli. Çünkü o bir eğitim aracıdır.
Babanız Sabahattin Ali, bizim de çok sevdiğimiz bir yazar. Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı adlı kitabında, babanızın yapıtı olan “İçimizdeki Şeytan”ın Prof. Dr. Mükremin Halil, Peyami Safa ve Prof. Dr. Zeki Velidi’yi kastettiği söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Babam o kitabı yazdığı zaman, kitaptaki Nihat karakteri olan Nihal Atsız, “İçimizdeki Şeytanlar” diye bir broşür çıkartıyor. Tamamen hakaretamiz bir broşür. Orada diyor bunu. Babamın buna bir yanıtı yok. Evet veya hayır demiyor. O, Nihal Atsız’ın düşüncesi. Öyledir ya da değildir diye babamdan bir yanıt yok. Benden de yok…
Aynı Nihal Atsız, babanızı komünist olmakla suçluyor. Bu bir suç mudur, o ayrı bir tartışmanın konusu; fakat babanızın komünizm ile ilişkisi nedir?
Babam hiçbir partinin üyesi olmadı hayatı boyunca. Hatta babam öldürüldükten sonra şöyle bir laf da edildi: “Sabahattin bir partinin üyesi olsaydı, öldürülmezdi, kurtarılırdı.” Ama babam, Türkiye’de az bulunan entelektüellerden biriydi. Niyazi Berkes’in de, zamanında benim hazırladığım bir kitaptaki anılarında belirttiği gibi, 1940’lı yıllarda Marks’ı, Engels’i ve Lenin’i en iyi bilen ve en iyi yorumlayan kişiydi. Yani babam bir Marksistti, Komünist Parti üyesi değildi. Sosyalist fikirlere inanmış ama demokrasiye de inanmış bir fikir adamıydı.
40’ların Cadı Kazanı’nda şöyle bir iddia daha var: Aslında Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde Ali Ertekin tarafından değil de Milli Emniyet’te sorgulanırken işkencede öldüğü söyleniyor, doğru mudur?
O da ispatlanmadı. İki söylenti var: Söylentilerden bir tanesi olan Ali Ertekin, “cinayeti üstlendi”.  Cinayeti üstlenmek ne anlama geliyor, bilinir… Onun üzerine cinayet davası açıldı, Ali Ertekin idam ile yargılandı. Sonra nedense 4 yıla mahkum oldu… Bir yıl sonra da af çıktı, Ali Ertekin serbest kaldı. Bunları yan yana koyarsanız, aslında durum ortaya çıkıyor.
Kitapta okuduğunuz ikinci söylenti, akla yakın geliyor. Ama onun da bir ispatı yok, belgesi yok. Bilmiyoruz.
Babanızın öldürülmesinde Atsız ile olan davanın etkisi var mıdır sizce?
Babamın hayatının birden bire çok değişik bir mecraya girmesine neden olan bu davadır diyebiliriz. Nihal Atsız davasıyla birlikte babam, bodoslama siyasi hayata girdi. Zaten girecekti belki ama çok hızlı bir şekilde girmiş oldu. İşinden edecekti zaten bu onu, işsiz kaldı. Etraftan da güvendiği insanlar tarafından birtakım gazeteler çıkartılmaya başlanmıştı. Bunlardan birisi Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun çıkardığı bir gazeteydi. Esat Adil zaten Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurmuştu. Babamın çocukluk arkadaşıydı. Sonra kuzeni Mehmet Ali Aybar’la önce Yeni Dünya, sonra Zincirli Hürriyet gazetesini çıkardılar. Fakat bu söylediğim gazeteler ya bir sayı, ya iki sayı çıktı. Sonra hepsinin canına okundu…
Yeni Dünya, afişler hazır ve yazarlar belli ve ilk sayısı çıkmışken gazeteyi basan Tan matbaası paramparça oldu. Sonra İstiklal Caddesi’ndeki gazete bürosuna da gelindi ve büro da paramparça edildi. Bu gazetenin çıkartılması engellendi.
Zincirli Hürriyet de aynı şekilde…
Sanırız matbaa bulamamıştı Zincirli Hürriyet?
Evet… Yani bunların hepsi son derece manidar. Sonra zaten Markopaşa başlıyor. Markopaşa’nın tarihçesi de belli zaten. Neredeyse her sayıdaki bir yazıdan ötürü dava açılıyor. Aynen şimdi Cumhurbaşkanı’na hakaret, bilmem kime hakaret diye olduğu gibi… Orada da öyle, babam 3 ay niye yattı? İşte o zaman Falih Rıfkı Atay’a hakaretten, Ulus gazetesinin eski başyazarı (gülüşmeler)… Sonra Cemil Sait Barlas’a hakaretten, Mehmet Barlas’ın babası, Gaziantepli eşraftır kendisi. Onlar hacıyatmaz, onlara bir şey olmaz…
Sabahattin Ali’nin birçok şiiri bestelendi. Leylim Ley, Hapishane Şarkıları, işte 5-6 tane yanlış hatırlamıyorsam şiiri vardı. Siz bu besteleri nasıl buluyorsunuz, tasvip ediyor musunuz?
İyi valla, o konuda bir çekincem yok. Yani o şarkılar sevildiği sürece benim bir itirazım yok.
Ki çok seviliyor. Leylim Ley’in anonim bir türkü olduğunu sanıyorlar.
Evet öyle zannediliyor. Babamın özelliğidir o zaten, şiirlerinin çoğu anonim sanılır. Bazı hikayelerini de anonim sanıyorlar, mesela Hasan Boğuldu hikayesi gibi bir hikaye vardı da, babam yazıya döktü sanıyorlar. Halbuki Hasan Boğuldu’yu Hasan Boğuldu adıyla yazan ilk kişi, Sabahattin Ali. Şimdiyse Kaz Dağları’nın orada Hasan Boğuldu’ya turistik seyahatler yapılıyor.
Hıfzı Topuz’un Başın Öne Eğilmesin kitabını okumuşsunuzdur. Değerlendirmeniz nedir acaba?
Çok güzel bir kitap. Hıfzı Bey çok akıcı rahat okunan bir üslubu var. Sonra böyle hafif romanlaştıran da bir üslubu var. Bir gazetecinin kıvrak kalemiyle yazdığı için o kitap da çok hoşuma gitmişti gerçekten. Sağ olsun var olsun. Çünkü öyle kitaplar da lazım. Yani Sabahattin Ali’yi hiç tanımayan birisi için Sabahattin Ali’yi tanıtan bir kitaptır o, kolay okunduğu için.
“ŞİMDİ TÜRKİYE’Yİ BAŞKA TÜRLÜ NASIL KURTARIRIZ DİYE DÜŞÜNEN BİR GENÇLİK VAR”
Aslında babanız gençler arasında bayağı tanınıyor.530cbbd62ed1d1ce07000074
Ne kadar güzel.
(Berkay) Gençler arasında çok tanınıyor, hatta Kürk Mantolu Madonna kitabı en çok satanlar arasında daima. Acaba bu ilgi yeterince samimi değil mi? Kürk Mantolu Madonna’nın benim için yeri ayrıdır, içerisindeki cümlelerle, ifadelerle olsun. Ben kendimi biraz daha insanmışım gibi hissettim o kitabı okuduktan sonra. Kendimde böyle bir yankı uyandırdığı için, insanlar da bu kitabın hakkını vererek okumuş olsalar, içine girmiş olsalar, dışarıda daha az kötülük olurdu diye düşünüyorum.
(Gülüyor) Bir kitap o kadar güçlü olabilir mi sence?
(Berkay) Bilmiyorum, bende o kadar büyük bir etki yarattığı için belki böyle düşünüyorum. Sanki bu kadar ilginin karşılığını dışarıdaki insanlarda görmüyorum, öyle geliyor bana.
Onlar okumamışlar, okusalar öyle olmaz.
Hatta bir karikatür yapıldı, müşteri geliyor kitapçıya ve soruyor “Ben Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabını istiyorum.” Kitapçı da diyor ki “Kitap 10 TL, kitapla fotoğraf çekilmek 5 TL, hangisini istersin?”, “Ben fotoğrafını alayım o zaman” diyor müşteri.
(Gülüyor) Var, o da var. Ama bu iş böyle tabii… Yani 16’yla 25 yaş arasındaki, siz yaşlardaki gençleri çok etkiliyor bu kitap. Çünkü siz daha hayata yeni atılıyorsunuz. Siz daha kirlenmemişsiniz, hayat sizi kirletmemiş. İnşallah hiç de kirletmesin ama, bu sebeple siz etrafınıza bakıyorsunuz, bütün bu kötülükleri görüyorsunuz ve nasıl olabiliyor diye sorguluyorsunuz. Ama bakalım 30’larınıza geldiğinizde de bu mecranın içerisinde yürürken aynı sorgulamayı yapacak mısınız?
Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sı işte bu yaşlara, ki Raif Efendi de orada esasında, bu yaşlarda birisi, yani sonradan hep böyle yaşlı bir adam diye bahsediyor ama kronolojiyi hesaplarsan adam öldüğünde 40 yaşında falan en fazla. Onun için o genç insanın duygularını yine genç insanların çok iyi anlayabileceğini düşünüyorum. Bir de şu var, mesela, daha önceki kuşakların bu kadar fark etmemesi Kürk Mantolu Madonna gibi bir eseri, çok bambaşka ideallerle meşguldü o sırada gençlik, Türkiye’yi kurtaracağını zannediyordu 70’ler ve 80’lerde. Şimdi güm diye Türkiye’yi kurtaramayacağını anlayan bir gençlik var. Yalan mı? Veya başka türlü nasıl kurtarırız diye düşünen bir gençlik var. Bunun için daha duyarlılar gibi geliyor bana.
Sabahattin Ali uzun zamandır sosyal medyada paylaşılıyor.
Yani. Gençlerin hayatında güzel bir yeri varsa ne mutlu. Önemli olan o. Sende var mı herhangi bir şey Efe?
(Efe) Şöyle, lisede bizim okulumuz bize her daim kitap okuturdu ve bu kitaplardan sorumlu olurduk. Bize bir gün Kuyucaklı Yusuf’u okutmuşlardı. Şimdi şöyle bir psikoloji var, okul dikte ettiği zaman bir önyargınız oluyor–
“Allah kahretsin ya şimdi bunu mu okuyacağız?”
(Efe) …Kesinlikle, ama ben Kuyucaklı Yusuf’u bitirdikten sonra böyle neye uğradığımı şaşırmıştım. Roman denen şey bu kadar güzelse benim keşfedeceğim çok şey var demiştim.
Kuyucaklı Yusuf’u ben de çok severim. Benim için de kıymetlidir. Babamın çocukluk anıları ile benim çocukluk anılarım bir araya girer orada. Edremit, Kaz Dağı, vesaire.
Sabahattin Ali hem Türk siyasal hayatında, hem de Türk edebiyatında gerçekten çok önemli bir isim. Bir müze projeniz var mı kendisiyle ilgili?
(Gülüyor) Valla şimdi Edremit’te babamın çocukluğunun geçtiği ev hala olduğu gibi duruyor. Ama baktığın zaman da satılmış, perişan, küçücük bir ev. Şimdi Edremit Belediyesi’nin senelerdir orada bir projesi var. Ama sahibini evden çıkartmak gibi bir duruma ben hiçbir zaman karışmak istemem tabii ki. Satın bile alsam. Yaşlı bir kadın oturuyor içinde zaten. Herhalde çocukları almış, anneleri orada tek başına oturuyor. İşte eğer o ev alınırsa, orada düşünüyoruz. Bakalım. Ben tabii bir de Türkiye’de hiç güvenemediğim için, yani hiçbir belge saklanmıyor, sen belirli üniversitelere belgeleri verenlere bakıyorsun, bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bütün belgelerini mesela Murat Belge, Bilgi Üniversitesi’ne vermişti. Sonra Bilgi Üniversitesi el değiştirdi, sonra o belgeler depoya kalktı vesaire. Diyelim ki biz o evi aldık, müzeyi kurduk. Kim bakacak? Belediyeye güvenmek lazım. İnşallah belediyeler sahip çıkarlar. Babamın eşyasıydı, şuydu buydu, çok dağıldı ölümünden bu yana. Bir şey kalmadı ki.
Üzücü.
Bir yazıhanesi var kızımın evinde. Bir kanepe iki koltuğumuz vardı, onu AIMA binasına ben bağışladım, orada duruyor şimdi kanepe ve iki koltuk.
Sabahattin Ali deyince gözlüğü, papyonu çok sembolik gelir.
Sandıkta var öyle elbisesi, gözlüğü, piposu, kalemi, ufak tefek şeyleri var. Onlar duruyor.
İşte kitapları mesela, kitaplarını değişik kitaplıklara bağışladık. Ama bir tek zannediyorum Koç Üniversitesi kitaplığındaki kitaplar iyi korunuyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Alman Edebiyatı Bölümü’ne bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Avusturya Liseliler Vakfı’na bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Halet Çambel’e babamın ölümünden sonra annemin bağışladığı kitaplar, kendisi ölene kadar o evdeydi. Evdeki tüm eşyaları Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlandı, şimdi ne olduğunu bilmiyorum. Anlatabiliyor muyum?
Göçebe toplumuz şekerim, hiç iz bırakmadan gitmek de var…